5 Ekim 2015 Pazartesi

KLASİK SİNEMA KUŞAĞINDAN

BAZEN HER ŞEY SAHNEYE KONMUŞ BENZER BİR OYUN GİBİ / ÖLÜMSÜZ (Z) Costa GAVRAS
Günseli Bilgen-pisinefil@gmail.com
pisinefil.blogspot.com.tr




"Gerçek olaylarla, sağ ya da ölü kişilerle olan benzerlikler tesadüfi değildir. Her şey KASITLIDIR. " der filmin açılış jeneriğinde Gavras.
Ölümsüz / orjinal adı "Z "(Yunanca'da yaşıyor anlamında çevrilip  Zeta ya da Zita diye okunur.) Yunanlı Yazar ve Diplomat Vassilis Vassilikos'un romanından 1969 yılında Costa Gavras'ın Yunanistan'daki ünlü albaylar cuntası döneminde Fransa'da çektiği ve gösterimi uzunca süre yasaklanan filmlerden biridir. En iyi yabancı film Oscar'ına da sahip olan film türünün en iyi örneklerindendir.
Filmin sonundaki bitiş jeneriğinde ise askeri yönetimce yasaklanan ne varsa listelenir. Barış hareketleri,grevler,sendikalar,The Beatles, pop müzik,Sofokles, Leo Tolstoy,Jean Paul Sartre, Socrates'in eşcinselliğinin yazılması,Anton Çehov, Mark Twain,Samuel Becket, sosyoloji,uluslararası ansiklopediler, özgür basın, modern matematik, erkeklerin saç uzatması diye uzar gider liste.
Gavras  1963’te katledilen Yunan sol görüşlü aktivist Gregoris Lambrakis'i anlatır. Karakterler  Fransızca konuşur, zamansız ve mekansız bir filmdir. Ama öyle bir film ki her zamana ve her mekana uyarlayabilmeniz mümkün.Filmin geçtiği yer ülke olarak belli değildir. Herhangi bir gelişmiş Avrupa ülkesi veya  Amerika olmadığı kesin olmakla birlikte yakın coğrafyalarda benzer şeyler yaşanmıştır hatta hala yaşanmaya devam eden yerler de vardır.
Polis Şefi "Bir ideolojik hastalık KÜF gibidir, önleyici tedbirler gerektirir" der kendisini dikkatle ve ilgiyle dinleyen bürokratik  kalabalığa.Bütün İZM'ler tehlikelidir. Toplumu bundan korumak için gençlerimizi yetiştirirken uygun çözeltileri kullanmalı. Bunları anlatanları engellemeliyiz.
Doktor, üniversitede profesör, eski olimpiyat şampiyonu, iyi bir konuşmacı ve gelecek seçimlerde yüksek bir oy alması beklenen solcu entellektüel politikacı  o akşam şehre bir konuşma yapmak üzere gelecektir. Bunu yasaklayamayız der Polis Şefi biz demokrat bir ülkeyiz ancak caydırıcı tedbirler alabiliriz.
Bürokratik engeller nedeniyle konuşmayı yapacak salon bulunamaz şehirde. Sadece 200 kişinin sığabileceği bir yer gösterilir 500.000 kişilik şehirde. Ve bu arada Doktor'un arkadaşlarına bir ihbar gelir akşam suikast yapılacağına dair.
Doktorun konuşmasını yapacağı yerin ilanlarını dağıtan guruba bir araba ile getirilen eli sopalı adamlar saldırır ve bağırarak "Toplantılarınızı gidip Rusya'da yapın" derler.
Konuşmanın yapılacağı salonunun önünde saldırgan bir kalabalık toplanmıştır ama polis olayı sadece izler. Doktor salona giderken kalabalığın arasından geçmek zorundadır, hepimiz risk aldık der arkadaşlarına ve yürür. Kalabalığın arasından fırlayan genç, başına ağır bir darbe vurur. Sallanır ama toplar kendini salona gidip konuşmasını yapar. Salon az insan aldığı için ses hoparlörle dışarı verilmektedir. Hem taraftarları hem de karşıtları dinler.

" Neden fikirlerimize bu kadar şiddet gösterip, barışı desteklemiyorlar. Çünkü biz onların ekonomik düzenlerine/kazançlarına engel oluyoruz. Bir top patlayınca bir öğretmenin bir aylık maaşı buhar oluyor. Toplumun sağlık, eğitim gibi temel ihtiyaçları dururken bütçenin büyük bölümü savunma harcamalarına gidiyor."
Bu adamın yaşatılması caiz midir sizce ? Katli vaciptir değil mi? Netekim konuşma bitip salondan çıktığında polis şefi ve polislerin önünden zik zak çizerek hızlı bir triportör  üstüne geliyor. Triportörün  arkasında  ayakta duran adam elindeki sopa ile Doktorun kafasına ölümcül darbeyi vuruyor. Hastaneye kaldırılıyor ama maalesef kurtarılamıyor ve ölüyor.
Başsavcı, polis şefi hatta Bakan bile bu işin talihsiz bir kaza olduğunu, sarhoş bir sürücünün yaptığı sürat sonucu Senatör'e çarptığını, oluşan bu elim trafik kazasının faillerinin yakalandığını kamuoyuna açıklayıp olayı kapatmak isterler. Basın duymamalı der  Başsavcı "Şehit yaratır bu ölü seviciler şimdi."  
Gazeteler Doktorun yaptığı konuşma ile halkı kışkırttığını yazarken, Polis Şefi Doktor'un dosyasını araştıralım, karısını aldatıyorsa gazeteler yazsın talimatını vererek  imaj  zedelemenin peşine düşer.
Göreve yeni gelen tecrübesiz, çelimsiz, içine kapalı iddiasız bir tip olan  Savcı'yı da bu soruşturmada  görevlendirirler. Maksat olay bir an önce kapansın.
Ancak Savcı beklenenin aksine; inatçı, idealist  ve işini hakkıyla yapmanın peşindedir. Önce otopsi ister. Ölüm nedeninin  kamyonet çarpmasından  değil, kafasına ağır bir demir çubukla ya da silah kabzası ile vurularak   aldığı darbeden olduğu sonucu çıkar. Bir tanık vardır, ifade vermeye giderken saldırıya uğrar. Velhasıl olaya kaza süsü vermek için yapılan bütün düzenlemelerin altından bir sürü pis koku gelmektedir.
Savcı soruşturma devam ederken "CROC / Komünizme  Karşı Hristiyan Kralcı Örgütü" ile tanışır. Bu örgütü herkes bilir der tanıklık eden; polis onları gösterileri düzene sokmak için kullanır.Bu örgüte girmezseniz iş bulamazsınız. Örgütü araştırdıkça çıkan tablo; çaresiz insanları üç beş kuruşluk menfaatlerini karşılayarak kullanmaktır.
CROC Başkanı ifade için çağrıldığında son derece inançlı bir şekilde "Biz bu toplumu zararlı hastalıklardan koruyan antikorlarız. " der. Bu insanların özgürlükçülerden duydukları rahatsızlıkları son derece açık diyaloglarla anlatır usta Yönetmen.
Ulusal Başsavcı gelir, Savcı dan soruşturmaya ait bütün dosyaları ister. Polis Şefini suçlayarak sözde barışçıların, sözde kanıtları ile yaratacakları bir kahramanı desteklediğinizi neden anlamak istemiyorsunuz diye bağırır Savcı'ya.
Soruşturmadan vazgeçmez Savcı. Yüksek rütbelileri tek tek ifadeye çağırır. Ve tasarlanmış cinayet ile suçlandıklarını söyler.
Sonunda tam adalet yerini buldu deyip derin bir oh çekip ilk seçimlerde solcuların iktidara geleceklerini düşünürken, ülkede darbe olur, ordu yönetime el koyar davaya bakan hakim-savcı görevden alınır. Ve olayla ilgisi, bilgisi olan herkes bir şekilde kazayla, kalp krizi ile ölür gider.
İlk kez bir filmi hiç yorumsuz aktardım. Hatta sonunu bile söyledim. Çünkü  yoruma  gerek bırakmayan bir açıklıkta her şey ortada. Costa Gavras bütün kahramanlarını zorlanmadan anlayabileceğimiz bir açıklık ve netlikle anlatmış.  Neden mi izlemelisiniz ve izlettirmelisiniz. Anlatamadığım o kadar çok şey kaldı ki, bu da ne kadar tanıdık bildik diyeceğiniz.



17 Eylül 2015 Perşembe

BUGÜNÜN SİNEMA KUŞAĞINDAN/ ÇAĞIN GETİRDİKLERİNİN İZLEYİCİSİ OLMAK YILDIZ HARİTASI / DAVİD CRONENBERG

Bu yüzyılın insanının en büyük arzusu ve eş zamanlı olarak da   laneti  görünür olmak ve öyle kalmaya çalışmak. Kendi durduğumuz  boşlukta ömrümüzü  tamamlayıp gidemiyoruz. Sorgulayanlar var ya da yok ama süren düzen bu.
Sert bir giriş olabilir. David Cronenberg filmi yazalım deyince böyle oldu. 2014 Cannes film festivalinde Altın Palmiye için yarışan Maps to the Stars/ Yıldız Haritası filmi Julianne Moore'a "En İyi Kadın Oyuncu Ödülü" kazandırdı. Filmekimin de gösterilen film şimdilerde Başka Sinema 'da.
Ünlü Kanadalı yönetmen Cronenberg'i tuhaf, saplantılı ve marjinal bir dahi olarak tanımlayanlar mevcuttur.  Onun filmlerini derinlemesine incelemezseniz eğer, siz de bu yüzeysel yargıya katılabilirsiniz. Toronto Üniversitesinde biyoloji okurken keşfettiği insan vücudunu, teknolojideki hızlı gelişmenin  yaratabileceği çılgın gelecek senaryoları ile birleştirince ürkütücü, bilim kurgu, ısrarla düşünmeye zorlayan filmleri çıktı ortaya. Özellikle de  2012 yılında yaptığı Cosmopolis eleştiri oklarını kapitalist sisteme insafsızca saplar. 
Film Hollywood'un acımasız dünyasını anlatırken aslında olanların her an etrafımızda dönen entrika çemberlerinden çok da farklı olmadığını izletir.  Her yerde kıyasıya rekabet, birbirinin gözünü oyan, kendine, ruhuna yabancılaşmış robot insanlar topluluğu.
Bir kaç öykünün iç içe geçtiği  sürrealist bir masal tadında.  Bilinçaltı, bilinç hepsi birbirine karışıp  kahramanları düzene uyamayınca kaçıp saklandıkları ve bağlantı kurdukları hayaletleri ile kafaları karıştırıp, izleyici biraz hırpaladığı gerçek.
Filmde  David Cronenberg modern yaşamın bütün hastalıklı malzemelerini kullanıyor. Orta yaşa ulaşmış ve eski popülerliğini kaybetmeye başlamış Havana (Julianne Moore); bir yandan kişisel gelişim uzmanı/ yaşam koçuna gidip vücudunda birikmiş bütün kötü enerjileri atmaya çabalarken diğer yandan nerdeyse bütün antideprasan ve yatıştırıcı ilaçları leblebi gibi yutup duruyor. Ama yine de hırsı ile baş edemeyen, küçük bir çocuğun ölümü ile kendisine kalan  film teklifini görünüşte nazlansa da dans edip zıplayarak kabul ediyor.
Havana'ya ve pek çok ünlü ve zengin insana kişisel gelişim uzmanı ve  terapist olarak yardımcı olan Stafford Weis'in   (John Cusack)  kendi hayatı ise içler acısı. Kızı evi yakıp kardeşini öldürmekten bir kurumda rehabilite edilirken, oğlu küçük yaşta yıldız oyunculuğun getirdiği büyük şöhret ile uyuşturucu yardımı ile cebelleşiyor. Baba ve anne ise proje çocuklarının üstünden kazandıkları büyük paralar ve lüks yaşamı sürdürebilmek için tıpkı bir şirket yönetir gibi çocuklarının hayatlarını yönetmeye çalışıyorlar.
Ünlüleri ve yaldızlı hayatlarını iç çekerek  gözetlemeye bayılan ünsüzler kalabalığına kendini iyi hissettirecek her şey ustalıkla gösterilmiş. Rekabetin ve kötülüğün tavan yaptığı iklimlerde yaşanan ikiyüzlülüklerin örneklerini çok doğal aktarmış. Şöhretini canlandırmak adına ; karşılaştıklarında büyük bir sevecenlikle sevdiği çocuğun ölümüne coşkuyla dans eden bunalımlı yıldız, kardeşini öldürmeye teşebbüs edip ailesinin evini yakan genç asistan, şöhret olmak için her yolu deneyen limuzin şöförü genç delikanlı.
İncelikli bir Hollywood eleştirisi gibi izlense de aslında kendi hayatlarımızdaki kıran kırana rekabete de yabancı değil hiç bir şey. İnsan ilişkilerini mercek altına alan bu  kamera ,  insanların  birbirleri arasında gerçek anlamda insani ilişkilerden yoksun, iki yüzlü, tamamen çıkarcı, bencil, ‘başarı’ odaklı, hırstan gözleri dönmüş bireyler haline gelmiş bir güruh olarak resmeden bir çalışma. Bu açıdan öykünün temel iskeleti aslında yalnızca Hollywood’da değil de kapitalist bir toplumun herhangi bir başka rantı yüksek sektörünün üst düzey çalışanları/yöneticileri arasında da geçebilecek bir yapıda.
Yönetmenin Freud'a da esin kaynağı olmuş Yunan Trajedilerindeki aile içi taciz ve ensest kavramını da kullanarak, genetiği bozulan ürünler gibi, bundan doğan  yeni kuşağında bu yazgının trajedisinden kaçamayacağını anlatmış.  
Gerçek ve gerçeküstü arasında gidip gelen güzel bir filim. Ağır bir konu gibi görünse de izlemesi keyifli ve kolay. Güldüğünüz diyaloglar bile var. Oyunculuklar muhteşem. Yönetmeni belki bu filmle başlayıp tanımak istersiniz. Film size bir sürü bilmece sunuyor iyi takip etmek gerek. Hepsinin birleştiği nokta ise Zülfü Livaneli'nin bize ezberlettiği   Paul Eluard'ın Liberty şiiri. (Okulda defterime, sırama ağaçlara yazarım adını, Özgürlük).
Ülkenin bu yoğun gündeminde ortama uyan bir sürü  filim var aslında. Fakat biraz uzaklaşalım istedim bu ay. Dünyanın her yerinde özellikle Ortadoğu ve çevresinde yıllar hatta yüzyıllar boyunca bitmeyen ağır acılarımız var. Dünyanın öbür tarafının sorunlarına da biraz kafa yormak lazım.  Özgürlük ve teknoloji ilişkileri  zavallı insanı ne hale getiriyor.

Hey özgürlük, herkes için ama nerede. Ağzımızın tadı bozulmuş, keyfi kaçırılmış bir toplum olduk. Mülteciler, çocuklar, yoksullar, kürtler ve bütün ötekiler. Ne yediğimizin, ne içtiğimizin ne de gezdiğimizin tadı var. Topluca yaşam hapishanesine tıkılmış, demir kafeslerden dışarıyı gözleyen tutsaklar gibiyiz. Her ne kadar arkamızı dönüp sosyal medyada savaşçılık oynasak da işin aslı öyle değil. Henüz farkında olmadığımız şey ise; bu kafesin kapılarının kendi kendine açılmayacağı, bizim de bir el atmamız, yüzleşmemiz  gerektiği. Tek sorunumuzun gelişen teknoloji ile baş edebilmek olacağı günlere ulaşabilmemiz dileklerimle.

3 Ağustos 2015 Pazartesi

KLASİK SİNEMA KUŞAĞINDAN MASALLARA KARŞI ÇIKAN ADAMLAR : ROSSELİNİ - GODARD - YILMAZ GÜNEY

İkinci dünya savaşı sonrasında Avrupa'nın çektiği acılarla yüzleşmesi gerekti. Seyircinin kendini masal kahramanı olan film artistlerinin yerine koyup hayallere daldığı sinema masalının bir  alternatifi olmalıydı.
 Mussolini İtalyasındaki salon filmlerine tepki olarak; Roberto Rossellini'nin1944 yılında çektiği  Roma-Açık Şehir filmi İtalyan Yeni Gerçekçilik Akımının ilk filmlerinden oldu. Savaştan oldukça hırpalanmış ve yenik çıkan İtalya halkına  "bizimle birlikte savaşan diğer Devletler  yenildi biz de o nedenle yenik sayıldık" demek yerine kendi gerçeği ile yüzleşmeyi seçti. Seyircide filmi izlerken  gerçeklik algısını yaratmayı hedefleyen akım, Hollywood'un star oyunculuk sistemini de yıkıp amatör oyuncularla ve oldukça sade bir anlatımla filmlerini çekmeye başladı. İnsanların bireysel olarak hayattan yırtma hikayelerinden vazgeçip, yoksulluk, savaş ve  siyasi düzen gibi toplumsal olayları sorgulamaya başladı.
Rosselini ikinci olarak 1948 de Almanya Sıfır Noktasında filmini Savaştan hemen sonra Berlin'de, yıkılmış şehirde bir belgesel tadında çekmiştir. Bugün savaş çığırtkanlığı yapanlara zorla tekrar tekrar izletmek gerek. Yarısı yıkılmış bir binada 8-10 kişilik nüfusun bir arada yaşadığı, elektrik idaresinin fazla elektrik kullandıkları için elektriği kesmekle tehdit ettikleri, bu nedenle de herkesin birbirini daha az kullansın, yesin içsin diye takip ettiği zamanlar. İnsanların sokakta ölen bir at leşinin etini  paylaşmak için birbirine girmesi. Genç kızların bir kaç sigara karşılığı subaylarla müzikhollerde dans etmeye gitmesi gibi  pek çok acıtan sahne. Avrupa'da bitmiş ama hala üçüncü dünya ülkelerinin çok da yabancı olmadığı yoksulluk hikayeleri. Federico Fellini, Vittoria De Sica, Luchino Visconti akımın belli başlı İtalyan yönetmenleri.
Sonrasında 1950 ve 1960' lı yıllarda Fransa da Yeni Dalga Akımı. Jean Luc Godard'ın  Serseri Aşıklar ve François Truffaut'un  The 400 Blows en ünlü örnekler. Doğal sahneler, stüdyodan dışarı çıkılıp gerçek mekanlarda yapılan çekimler, sıradan amatör oyuncular. Seyirci filmi okusun ve anlasın ister bu filmler. Yaşamın kendisi gibi bir sonraki sahne de tahmin edilemezdir. Bir derdi vardır mutlaka, tıpkı  hayat gibi.
Bu akımların Türkiye deki yansımasına bakarsak; tabi ki Yılmaz Güney sinemasıdır. Yıllarca yasaklanan, gösterilmeyen bu filmlerin çok korkutan yanı gerçekçiliğiydi.  Toplumlarda tıpkı insan gibi  doğup, büyüyerek  yetişkin olma sürecini tamamlıyorlar. Ama nasıl ki bazı ebeveynler çocuklarının ömür boyu kendisinden kopup ayaklarının üstünde durmasını istemiyorsa, iktidarın sarhoşluğunda olan yönetenler de toplumun büyüyüp onları sorgulamasını istemez oluyorlar. Bu nedenle her devirde anlatacak bir sürü güzel masallar buluyorlar. " Senin annen bir melekti yavrum" sloganı/masalı tadındaki filmler gibi.
 Sonra bir adam çıkıyor; bu toprakların hüzünleri ve kederleri var size inandırıcı gelmese de diyen. Arkadaş filmi gibi politik mesajını bağıra çağıra söyleyen filmleri de yapıyor, Umut (1970) -Sürü (1979) ve Yol (1982)  üçlemesinde olduğu gibi hiç mesaj veren bir diyalogu olmamasına rağmen baştan sona bütün söyleyeceklerini görüntülerle anlatan, doğal  filmleri de yapıyor. Bir de Duvar var ama o ayrı bir yazı konusu.
Her üç filmi de izlerken yaşanan yoksulluk, çaresizlik seyirciyi sarar ve sarsar. Filmler bittiğinde boğazınız tıkanır ve yutkunmakta zorlanırsınız.

Umut; yaşlı iki atın çektiği bir arabayla insan ve yük taşıyıp, neredeyse yirmi dört saat çalışan   bir adamın kazandığı üç kuruş ile  5 çocuk, bir ana kendi ve karısı ile birlikte 8 nüfusu yarı aç yarı tok, üstsüz başsız yalınayak başı kabak büyüyen çocuklarına bakma çabasıdır. Yokluk ve  sefalet olduğu gibi, bütün ağırlığı ile gelip üstünüze oturur. Bir define bulma hayali onun Umudu ve yok oluşu olur.



Sürü ; Dağda hayvancılıkla geçim sağlamaya çalışan geleneksel bir aile de hasta olan, çocuk doğuramayan üstüne üstlük bir de kan davalık oldukları bir ailenin kızı olan karısını yaşatmak ve korumak için babasına direnen içimizden bir başka adamın çaresizliğidir. Ankara'ya götürülmek için trene konulan koyun sürüsü, hastalık, hırsızlık, rüşvet, yoksulluk, parasızlık hepsi bir arada. Babanın acımasızlığı, törenin katılığı, devletin ceberutluğu, tüccarın köylüye acımasızlığı velhasıl güçlünün zayıfı böcek gibi ezmesi.




Yol ; izledikten sonra tren gürültüsü  uzun süre kulaklarınızda kalıyor. Film başlarken ilk jenerik ;
"Hüznün sayısız tonu, birçok yüzü vardır; çiçekler, kuşlar, rüzgarlar gibi. Ben bazı yakın arkadaşlarım aracılığıyla, hüznü, sevgi ve kederi anlatmaya çalıştım; her ne kadar bazıları tarafından anlaşılmaz ve inanılmaz bulunsa da " diyor Yılmaz Güney.
 Cinayet davasından dolayı kaçak, yasaklı  ve sürgünde Fransa da. Yürek acımaya başlıyor.
 Görüntüler baştan sona muhteşem. İmralı'dan izinli olarak evlerine gitmek üzere yola düşen  beş adamın farklı hikayeleri. Yıl 1982, darbe ve sıkıyönetim zamanı, kontroller, baskılar, keyfi uygulamalar halden anlamayan aynı toprağın elinde Devlet yetkisi olan diğer adamları. Yönetmen Şerif Gören Anadolu'nun bozkırlarını,  kardan kapanan yolları, trenleri bütünüyle doğal mekanlarda çekmiş filmin tamamını. Görüntülerdeki gerçeklik korkutmuş belli ki. Bu sefalet ile yüzleşmek zor.
Algılarımızla oynanıyor. Hiç sorun yok ve siz mutlusunuz diye bağırıyor sistem. Sizi mutlu edecek tek şey daha da çok tüketmeniz. Siz tükettikçe biz daha çok kazanacağız. O yüzden bu filmleri de bu adamları da sevmiyor. Sadece benim ülkemde değil dünyada böyle. Aslında koskocaman bir şirket bütün dünya. Ve bize neyi satarsa onu almamızı istiyor.
Arada sırada böyle bağzı adamlar çıkıyor ve tuhaf filmler çekiyor, tuhaf şeyler söylüyor, romantik insanlar düşüyor onların peşine ha gayret bu sefer kurtaracağız dünyayı kötü adamdan diyor. Toplaşıp oy da veriyorlar, ama o adamların oyunları çok ve hep kazanmak istiyorlar. Kanlı ya da kansız onlar için fark etmiyor. Ne yazık hep aynı oyun sahnede ve hala da biletlerini satın alan seyircisi var.
GÜNSELİ BİLGEN
pisinefil@gmail.com


pisinefil.blogspot.com.tr

2 Ağustos 2015 Pazar

YOL

                                                YOL

" Ben bazı yakın arkadaşlarım aracılığıyla, hüznü, sevgi ve kederi anlatmaya çalıştım; her ne kadar bazıları tarafından anlaşılmaz ve inanılmaz bulunsa da." Yılmaz Güney
Film bu yazı ile başlar acıtmaya. 1982 yapımı yönetmenliğini Şerif Gören'nin yaptığı Yol filmi Cannes de 1982 yılında Altın Palmiye Ödülünü kazanmıştır.
İmralı da yarı açık cezaevinde başlar. Öykünün beş ayrı kahramanı izinle memleketlerine gideceklerdir. İzini çıkanlar ile çıkmayıp arkasından bakanlar vardır. Yol filmi kahramanlarımızın yola çıkması ile başlar. Her birinin yolu ayrı ve uzundur.
Tarık Akan Seyit Ali rolündedir. Seyit Ali Konya'ya gider önce, ana ocağına. Orada öğrenir ki karısı kötü yola düşmüş ve ailesinin yanına gönderilmiştir. Seyit Ali'den beklenen namusunu temizlemesidir. Düşer yollara Sancak'a gitmek için. Trende  cezaevinden arkadaşı Mehmet ile karşılaşır. Ona anlatırken der ki " amcamın kızı, çocukluğumuz beraber geçti ben kaval çalardım o ağlardı. "

Mehmet Diyarbakırlı. Karısının kardeşinin ölümüne sebep oldu diye kayınpederi ve karısının kardeşleri kin beslemektedir. Ne var ki karısı inanmak istemiyordur. Mehmet korktum der arkadaşına anlatırken korkup kaçmasaydım ölmezdi. Korku insana ait bir duygu, doğal, önyargısız bakınca.
Yusuf elinde düğün fotoğrafı, karısına hasret. Bir de muhabbet kuşu var yola düşer onunla birlikte. Tek derdi bir an önce evine varmak. İzin kağıdını kaybeder. Sıkıyönetim zamanı, her yerde her an asker durdurup kimlik sorar. Yaman zamanlar, derdini kime anlatacaksın. Durum anlaşılana kadar gözaltında kalacaksın der kendi ile aynı coğrafyadan muhtemelen evde karısı bekleyen asker.
Mevlut  Gaziantepli. Bir kız var sevdalı, izinli gelince gider ister, çıkınca der cezaevinden evleneceğiz. Ama çıkmayacaksın sözümden ben ne dersem o der yavuklusuna. Kız hayran ne güzel konuşuyorsun bunları hapishanede mi öğreniyorsun der. Yalnız görüşmek ne mümkün çare kerhaneye gitmekte.
Kürt Ömer, yanık Ömer. Urfa da sınır köyünde ailesi yaşıyor. Tek geçimleri kaçakçılık. Zaman sıkıyönetim, darbe günleri. Asker göz açtırmıyor. Ya açlıktan öleceksin ya çatışmada. Her gece köyü basan Jandarma alıp gidiyor birilerini. Yoksulluk can yakıyor ama ne çare. Ağabeyi kaçakta karısı ve çocukları, ana baba hepsi tek göz kerpiç kulübede. Ölüne bile sahip çıkmanın suç olduğu günler.
Her biri ayrı bir yol ve dert hikayesi. Bu topraklarda neden neşeli türküler söylenmez derdim bir zamanlar. Neresi ile söylesin insanlar. Ne yaşarsan onu söylüyorsun işte. Hüznün, acının toprakları.
Filmin tamamı belgesel gibi. Trendeki görüntüler, şehirlerdeki mekanlar. Hepsi gerçek. Diyarbakır da Mehmet'in etrafını sarıp sigaraları alıp tüttüren çocuklar da gerçek, trende ki tuvaletlerin pisliği de. Bu yüzden yasaklanır zaten bu filmler. Bu kadar gerçeği kim ne yapsın. Birileri düzelsin der, hak der, hukuk der belki.
Kartpostal çocuğu olan Tarık Akan dan çıkan oyunculuk, Halil Ergün'nün performansı ve Meral Orhonsay'ın doğal güzelliği. Kalan oyuncular çok da tanınmış değil.   


Yaşananları yazmak, izlemek, okumak ve anlamak. Çok mu zor kimbilir.

18 Mayıs 2015 Pazartesi

KLASİK SİNEMA KUŞAĞINDAN ZAMANIN KISKACINDA ÜRETMEYE PROGRAMLANAN İNSANIN DRAMI/ MODERN TİMES

"Konuşursam beni sadece İngilizce bilenler anlayacak; ama sessiz filmi herkes anlayabilir ve dünya yalnızca İngiltere'den ibaret değil." Sırf bu cümlenin içinde bile kocaman bir dünya barındırır; dil, din, ırk, ulus bütün ayrımcılıklardan sıyrılmış bir büyük sinemacı Charlie Chaplin.
Çocukluğumun komik , şaşkın, dünyaya kendi penceresinden baktığı için etrafındakileri anlamakta zorlanan kocaman ayakkabılı adamı. İnsanlığın hırslarını filmlerinin komik sahneleri ile yüzümüze ustalıkla çarpandır.

Orjinal ismi Modern Times, Asri Zamanlar, Modern Zamanlar diye ülkemizde gösterilen 1936 yapımı, senaryosu, film müziği de Charlie Chaplin'in olup yönetmenlik ve oyunculuğu da yine ona ait olan bir sinema klasiğinden söz edelim bu ay da.
Film dünyaya artık siyasetin değil, endüstriyel diktatörlüğün hakim olduğunu başarıyla anlatır. Giriş sahnesindeki kocaman duvar saati insanların daha fazla üretmesi için zaman denilen makine ile yarışması ve rekabetin yaşamının merkezi haline gelmesini vurgulayan bir izlektir.
Sonra koşarak ağıla sokulmaya çalışılan koyun sürüsü ile eş zamanlı olarak metro istasyonundan çıkıp fabrikaya doluşan insan sürüsü birbirinin aynıdır. Ak koyunların arasındaki kara koyun ise düzene uymayan, belki de uyamayan kahramanımızdır.
Kocaman dev makinelerin olduğu fabrikada patron bir ekrandan üretimi izlemekte ve hızın arttırılması ile ilgili komutlar vermektedir. Bölümlerin sürekli olarak hız arttırarak çalışmasının istenmesi insanın düşünmek ve sorgulamak için vakti olmadan mümkünse tuvalete bile gitmeden çalışmasının beklendiğini zamanlar başladığını gösterir.
Sistem insanın bilinçaltı ayarları ile oynayarak insanın makineleşmesini ve yemek için bile zaman harcamasını istemez.Yemek yedirme robotunun satış sloganı "Yemek için durmazsanız rakiplerinizin önüne geçersiniz. " dir. Tanıtım için getirilen otomatik yemek yedirme makinesi kahramanımızın üstünde denenir. Makine düzgün çalışmaz, kaynar çorba iki kere üstüne dökülür ve yanar, vidaları yemesi için ağzına atar, mısır yedirme aparatı ağzına hızla vurur, kahramanımız zor durumdadır;  ancak kimse onunla ilgilenmez. Makineyi satacak ve alacak adamların ilgisinde insan yoktur. Amaçlanan robotun verimli çalışması, zamandan ve insandan tasarruf ederek daha fazla kazanç elde edilmesidir.
Sürekli arttırılan hız ile; vidaları sıkmaya yetişemeyen kahramanımız üretim bandının içine düşer. Dişlilerin arasında giden ve bant geriye sarıldığında geri gelen işçiyi gösteren sahneler kapitalizmin bakış açısını başarıyla hicveder. İnsan üretim bandının bir parçasıdır. Daha çok üretmek için her şey mubahtır. İnsan makinelerin dişlilerinden ibarettir.
Sinirleri bozulan kahramanımızı ambulansla hastaneye gönderirler. Filmde sisteme uyum sağlamayı reddeden ama bunu bilinçsizce yapan bir karakter vardır. Akıl hastanesinden çıkarken doktor stres yapmamasını tavsiye eder. Ancak ülkede 1929 ekonomik krizi olmuş ve fabrikalar kapanmış, insanlar işten çıkarılmıştır. İşçiler isyandadır. Yapılan bir yürüyüşün ortasında kalan kahramanımız tesadüfen eline geçen bir kırmızı bayrakla komünist lider olarak tutuklanıp hapishaneye konulur.
Halkın durumu kötüdür. Bir genç kız kıyıdaki teknelerden birinden muzları çalıp çocuklara dağıtmaktadır. Babası işsiz, çaresiz, annesi ölmüş ve kardeşleri aç kalmıştır. Fırından ekmek çalarken yakalanır o sırada Şarlo ile tanışır ve adam suçu üstüne alır. Aşk kapıyı çalmıştır. Hayalleri tipik Amerikan küçük burjuva ailesinin simgesi; güzel bir ev, gülümseyen bir eş ve birlikte yenen akşam yemeğidir. Akşam yemeğinde kızarmış kuzu budunu bulduğu anda hiçbir şey ile ilgilenmek ve sorgulamak istemeyen küçük orta sınıf yaşamı. Çalışmak zorunda kalsam da sana bu hayatı yaşatacağım diye söz verir kahramanımız.
Çok katlı büyük bir mağazada çalışmaya başlar. Dışarıda halk aç olsa da mağaza birbirinden lüks mallara alıcı bulmakta sıkıntı çekmemektedir. Yani her zamanki gibi kriz yoksullara gelmiştir. Zenginler zamanında çalışıp kazanmışlardır ve krizden etkilenmeleri gerekmez.
Dener girdiği işlerde çalışmayı ama olmaz bir türlü. Sonunda bir müzikholde ikisi de iş bulmuşken, tam her şey yoluna girecekken kör talih yeniden devreye girer ve kızı ulusal çocuk bürosundan arayan memurlar gelir. Kaçarlar, kız artık iyice umutsuzdur. "Umudunu kaybetme başaracağız", elini tutar ve yürümeye başlamadan önce sevgilisine "Smile" (Gülümse) der. Müziğini Chaplin'in yapmış olduğu bu parça; sonradan söz yazılarak, ilk olarak Nat King Cole tarafından plak yapılmıştır.
Film elbette ki, Amerika da gişe başarısı kazanmadı. Komünizm propagandası yaptığı iddia edildi ve alıcı bulamadı. Aynı nedenlerle Almanya ve İtalya da da yasaklandı. Avrupa'nın diğer ülkelerinde ise büyük başarı kazandı. Amerikan Aleyhtarı Faaliyetler Komitesi 1947 yılında politik bakış açısı nedeni ile bu film başta olmak üzere Chaplin'in bazı filmlerinden dolayı onun bir komünist olduğuna kanaat getirmişti. Chaplin bu iddiayı şiddetle reddetmiş ve çok kırılmıştı. Bundan sonra da ülkeyi terk ederek İsviçre'de yaşamaya ve bir daha asla Amerika'ya dönmemeye yemin etmişti. 1952 yılında İsviçre'ye yerleşti ve 1977'deki ölümüne kadar orada yaşadı.
Son sessiz film olması, insan ruhunun parayla değil sevgi ile mutlu olacağına inanan naif gülümsemesi, sistemin dayattıkları ile ihtiyacımız olanlardan daha fazlası için çalışmaya yönlendirilmemiz, yaptığı çarpıcı dokunuşlar, insanın kağıt üstündeki isimlerden ibaret listelerin bir parçası olduğu yüzyılın, kapitalizmin vahşileşme çabalarını başarı ile anlatan komik adam. Bol pantolonu, melon şapkası, büyük ayakkabıları, sürekli bastonunu çeviren ve sakar hareketleri ile gülünç mizansenler oluşturan bu yüzyılın hüzünlü palyaçosu "Şarlo"muz.
İçimize umutların yerleştiği bir Haziran ayı zamanındayken;
Muktedirlerin hırslarının  dinmeyen kanı; dünyada ve ülkemde sürerken.
İnsanı  makineden ayıramayan zihniyet hala her yerde kol gezmekteyken.
Sınırlarını korumak için harcadığı milyonları barınmaları ve beslenmelerine ayırsa Akdeniz'in dibine gömmeyeceği milyonlarca mülteciden hiç sorumluluk ve utanç duymayan bütün zenginlerin ve kazananların varlığı.
Hepinize avazımız çıktığı kadar bağırmak istiyoruz ;
"Dünya sadece Avrupa ve Amerika'dan ibaret değil."


21 Nisan 2015 Salı

KLASİK SİNEMA KUŞAGINDAN


CITIZEN KANE / ORSON WELLES

MAYIS AYINDA YENİDEN YURTTAŞ KANE İZLEMEK

Orson Welles; Mayıs ayının sinema dünyasına armağanlarından biridir. Mayıs ayında doğan ünlü yönetmen Amerikan sinema endüstrisinden komünistlikle suçlanıp dışlanan dahi bir çocuktur aslında. 1941 yılında Yurttaş Kane filmini çektikten sonra filmin içeriğini beğenmeyen, oyunları ortaya çıkarılan bütün muktedirler gibi Amerikan medya ve sinema endüstrisi muktedirleri de bu yaramaz çocuğu/adamı etraflarında görmek istemediler ve Avrupa'ya sürgüne gönderdiler.
Film kocaman bir malikanenin tel örgülerle çevrelenmiş ve Girmek Yasaktır (NO TRESPASSİNG) tabelası ile karşılar bizi. Elindeki kar tanelerinin aktığı cam küreyi yere düşürerek ölen adamın son sözü ROSEBUD olmuştur. Film boyunca gazeteciler bu sözcüğün anlamının peşine düşerken Ünlü ve güçlü medya devi Charles Foster Kane'nin yaşam öyküsünü de tanıklık ederler.
Orson Welles belki de çok küçük yaşta kaybettiği anne ve babasının yokluğundan bildiği ailesiz yaşamın yalnızlığını ve kaybolmuşluğunu; Charles 'ı da çok küçük yaşta annesinin pansiyonunda kalan bir müşterisinin oda parasını ödeyemeyince verdiği ve sonradan değerlenen Maden Ocağını bir Bankaya işletmeye vererek iyi bir eğitim ve 25 yaş itibarıyla büyük bir servet sahibi olmasını sağlayarak anlatır. Yalnız bir çocukluğun getirdiği derin yalnızlık duygusu,  sürekli görünür ve sevilir olma isteği, 25 yaşına geldiğinde Banka'dan  büyük şirketlerinin yönetimini değil küçük bir gazeteyi istemesine yol açar.


The Newyork Daily Inguier Gazetesinin yönetimini almaya çok yakın arkadaşı Leleand ve Genel Müdürü olacak olan Bernstein ile birlikte gelir. Haber 24 saat sürer der eski genel yayın yönetmenine ve kendine yayıncılık ilkeleri belirler. Bunlar;
1. Hiç kimse ya da herhangi bir gurup gerçeğin önüne geçemez,
2. Halka hem YURTTAŞ hem de İNSAN olarak haklarının yorulmaz bir savunucusu olacağına dair söz veren bir metni gazetenin ilk sayfasında yayınlar.
Kendi şirketi bile olsa yolsuzlukları yazmaktan çekinmez. Okuyucu sayısı artarken sermaye guruplarının tepkisini çeker. Komünist olmakla suçlanır. Aldırmaz; gerekirse bütün servetini bu gazeteyi ayakta tutmak için feda etmekten kaçınmayacağını söyler.
Ancak şişede durduğu  gibi durmaz  şöhret . İster istemez baş döndürür. İdealist gazeteci; diğer gazeteleri ve hatta radyo istasyonlarını da satın alınca artık bir Medya Patronu olmuş ve gücün tadını almıştır. Film vizyona girince o dönemin medya devi William Randolph Hearst'in yaşamı ve eleştirisi olduğu iddia edilmiş ve Orson Welles'in  Holywood dan dışlanmasının en önemli nedenlerinden  biri olmuştur.
Filmin öyküsü birçok katmandan oluşmaktadır. İktidarın doğası, karakter ve kader ilişkisi gibi kavramsal temaların yanı sıra dönemin en büyük pazarlama sloganı olan Amerikan rüyası, kamuoyu, siyaset, medya ve şimdilerde eklenen ticaret ve halkla ilişkiler gibi artık gündelik yaşamın biçimlendirirci güçleri olan ve toplum mühendisliği dedikleri kapitalizmin en güçlü silahlarından, modern yaşam canavarları ve aralarındaki ilişkiler, bu olguların yeni ortaya çıkmış olduğu zamanlarda bir medya patronu üzerinden anlatılmaktadır.  Bu film sonrasında sinemanın da bu toplum mühendisliğinin araçlarından biri olduğu ve sinema sektörünün de sermayenin elinde olması gerekliliği konuşulup tartışılmaya başlanmıştır. Beyazperdede gördüklerimiz aslında bizim rüyalarımız değil kapitalizmin bize kurduğu küçük ve renkli tuzakların rüyaları olmuştur. Önceki yüzyılın bol kanlı savaşlarına yol açan BÖL VE YÖNET bu yüzyılda İZLET VE YÖNET olarak değişmiştir. Daha sonra dünyamıza giren TV endüstrisi ise, bu işin dahi çocukları ile bütün dünyayı Amerikan rüyaları ile donatmış ve hala da donatmaya da devam etmektedir.
Charles Foster Kane'nin seçimlere girmesi, evlilik dışı ilişkisinin ortaya çıkması, gazetelerde çıkan şarkıcı sevgili haberleri  ile seçilme şansını kaybetmesi, boşanması, yeteneksiz sevgiliyi Opera sanatçısı yapmak için Chicago Opera Binası'nı yaptırması, şarkı söyleyemeyen bir kadını "İnsanların ne düşüneceğine ben karar veririm, bu konuda OTORİTE benim." diyerek zorlaması filmin mükemmel ve sürükleyici anlatımı içinde gözünüzün önünden gelir geçer. Başlangıçta yoksulların haklarının peşinde olan idealist adamın aslında bütün bunları halka bir bahşiş olarak dağıtmış olduğunu görürüz. Çünkü seçimleri kaybettiğinde ve şarkıcı eşini yeterince alkışlamadıklarındaki  ortaya çıkan öfkesi halkı değersiz, hiç bir şeyden anlamayan bir kalabalık olarak gördüğünü, kibrini ve egosunu gösterir bize Welles.
Final bölümünde  yaptırdığı dev Malikane Xanadu'ya doldurulan hurda eşyalar, oyuncaklar, değerli tablolar, heykellere kamera geniş açı ile bakarak  uzaklaşırken Newyork şehrinin siluetini gördüğünüz  izlenimine kapılırsınız bir an. Rosebud'un anlamınına gelince; bir kez daha filmi izlerseniz diye söylemiyorum. Ancak bütün gücüne rağmen kaybolmuş çocukluğu, annesine olan özlemi ve yalnızlığıdır filmin en büyük sırrı. Bu bireysel hikayede mükemmel adamın otoriter yönetiminin hazin sonu verilir.
Filmin bitişini yine Girmek Yasaktır tabelası ile yapar ve gerçekten de bu tarihten sonra Orson Welles Holywood'a giremez. Muhtemelen O da biliyordur bu filmin yaratacağı etkileri. Yıl 1941, Avrupa İkinci Dünya Savaşı dönemlerinde, Amerika hem savaştan kazanacağı ganimetlerin peşinde hem de kayıp vermek istemiyor. Savaş sonrası artık daha fazla konuşulacak demokrasi, İnsan hakları, yurttaşlık kavramları. İçi dolu ya da boşaltılmış olarak hepimize dayatılacak Amerikan demokrasisi ve rüyası. Herkes kendi payına düşeni alabildiği kadar almak için mücadele edecek.
Yine aylardan Mayıs, işçi bayramı,  işçiler alanlarda  hakların ve özgürlüklerin peşinde, bir türlü olamayan sendikal örgütler ve bitmeyen mücadele. Yetmiş dört yıl önce çekilen bir film, bir yönetmen . Sinema tarihinin dönüm noktası olmuş yalnız bir çocuğun komünist olan bir yetişkine dönüşüp dışlanması ve SEN YAŞLI OLMANIN NE OLDUĞUNU BİLMEZSİN AMA BEN GENÇ OLMANIN NE DEMEK OLDUĞUNU biliyorum diyerek dillere düşmüş bir şarkı ile bize veda eden bir adamın hikayesi oldu bu yazı. Orson Welles'e bir selam olsun bizden de.  

GÜNSELİ BİLGEN
pisinefil@gmail.com

pisinefil.blogspot.com.tr