3 Ağustos 2015 Pazartesi

KLASİK SİNEMA KUŞAĞINDAN MASALLARA KARŞI ÇIKAN ADAMLAR : ROSSELİNİ - GODARD - YILMAZ GÜNEY

İkinci dünya savaşı sonrasında Avrupa'nın çektiği acılarla yüzleşmesi gerekti. Seyircinin kendini masal kahramanı olan film artistlerinin yerine koyup hayallere daldığı sinema masalının bir  alternatifi olmalıydı.
 Mussolini İtalyasındaki salon filmlerine tepki olarak; Roberto Rossellini'nin1944 yılında çektiği  Roma-Açık Şehir filmi İtalyan Yeni Gerçekçilik Akımının ilk filmlerinden oldu. Savaştan oldukça hırpalanmış ve yenik çıkan İtalya halkına  "bizimle birlikte savaşan diğer Devletler  yenildi biz de o nedenle yenik sayıldık" demek yerine kendi gerçeği ile yüzleşmeyi seçti. Seyircide filmi izlerken  gerçeklik algısını yaratmayı hedefleyen akım, Hollywood'un star oyunculuk sistemini de yıkıp amatör oyuncularla ve oldukça sade bir anlatımla filmlerini çekmeye başladı. İnsanların bireysel olarak hayattan yırtma hikayelerinden vazgeçip, yoksulluk, savaş ve  siyasi düzen gibi toplumsal olayları sorgulamaya başladı.
Rosselini ikinci olarak 1948 de Almanya Sıfır Noktasında filmini Savaştan hemen sonra Berlin'de, yıkılmış şehirde bir belgesel tadında çekmiştir. Bugün savaş çığırtkanlığı yapanlara zorla tekrar tekrar izletmek gerek. Yarısı yıkılmış bir binada 8-10 kişilik nüfusun bir arada yaşadığı, elektrik idaresinin fazla elektrik kullandıkları için elektriği kesmekle tehdit ettikleri, bu nedenle de herkesin birbirini daha az kullansın, yesin içsin diye takip ettiği zamanlar. İnsanların sokakta ölen bir at leşinin etini  paylaşmak için birbirine girmesi. Genç kızların bir kaç sigara karşılığı subaylarla müzikhollerde dans etmeye gitmesi gibi  pek çok acıtan sahne. Avrupa'da bitmiş ama hala üçüncü dünya ülkelerinin çok da yabancı olmadığı yoksulluk hikayeleri. Federico Fellini, Vittoria De Sica, Luchino Visconti akımın belli başlı İtalyan yönetmenleri.
Sonrasında 1950 ve 1960' lı yıllarda Fransa da Yeni Dalga Akımı. Jean Luc Godard'ın  Serseri Aşıklar ve François Truffaut'un  The 400 Blows en ünlü örnekler. Doğal sahneler, stüdyodan dışarı çıkılıp gerçek mekanlarda yapılan çekimler, sıradan amatör oyuncular. Seyirci filmi okusun ve anlasın ister bu filmler. Yaşamın kendisi gibi bir sonraki sahne de tahmin edilemezdir. Bir derdi vardır mutlaka, tıpkı  hayat gibi.
Bu akımların Türkiye deki yansımasına bakarsak; tabi ki Yılmaz Güney sinemasıdır. Yıllarca yasaklanan, gösterilmeyen bu filmlerin çok korkutan yanı gerçekçiliğiydi.  Toplumlarda tıpkı insan gibi  doğup, büyüyerek  yetişkin olma sürecini tamamlıyorlar. Ama nasıl ki bazı ebeveynler çocuklarının ömür boyu kendisinden kopup ayaklarının üstünde durmasını istemiyorsa, iktidarın sarhoşluğunda olan yönetenler de toplumun büyüyüp onları sorgulamasını istemez oluyorlar. Bu nedenle her devirde anlatacak bir sürü güzel masallar buluyorlar. " Senin annen bir melekti yavrum" sloganı/masalı tadındaki filmler gibi.
 Sonra bir adam çıkıyor; bu toprakların hüzünleri ve kederleri var size inandırıcı gelmese de diyen. Arkadaş filmi gibi politik mesajını bağıra çağıra söyleyen filmleri de yapıyor, Umut (1970) -Sürü (1979) ve Yol (1982)  üçlemesinde olduğu gibi hiç mesaj veren bir diyalogu olmamasına rağmen baştan sona bütün söyleyeceklerini görüntülerle anlatan, doğal  filmleri de yapıyor. Bir de Duvar var ama o ayrı bir yazı konusu.
Her üç filmi de izlerken yaşanan yoksulluk, çaresizlik seyirciyi sarar ve sarsar. Filmler bittiğinde boğazınız tıkanır ve yutkunmakta zorlanırsınız.

Umut; yaşlı iki atın çektiği bir arabayla insan ve yük taşıyıp, neredeyse yirmi dört saat çalışan   bir adamın kazandığı üç kuruş ile  5 çocuk, bir ana kendi ve karısı ile birlikte 8 nüfusu yarı aç yarı tok, üstsüz başsız yalınayak başı kabak büyüyen çocuklarına bakma çabasıdır. Yokluk ve  sefalet olduğu gibi, bütün ağırlığı ile gelip üstünüze oturur. Bir define bulma hayali onun Umudu ve yok oluşu olur.



Sürü ; Dağda hayvancılıkla geçim sağlamaya çalışan geleneksel bir aile de hasta olan, çocuk doğuramayan üstüne üstlük bir de kan davalık oldukları bir ailenin kızı olan karısını yaşatmak ve korumak için babasına direnen içimizden bir başka adamın çaresizliğidir. Ankara'ya götürülmek için trene konulan koyun sürüsü, hastalık, hırsızlık, rüşvet, yoksulluk, parasızlık hepsi bir arada. Babanın acımasızlığı, törenin katılığı, devletin ceberutluğu, tüccarın köylüye acımasızlığı velhasıl güçlünün zayıfı böcek gibi ezmesi.




Yol ; izledikten sonra tren gürültüsü  uzun süre kulaklarınızda kalıyor. Film başlarken ilk jenerik ;
"Hüznün sayısız tonu, birçok yüzü vardır; çiçekler, kuşlar, rüzgarlar gibi. Ben bazı yakın arkadaşlarım aracılığıyla, hüznü, sevgi ve kederi anlatmaya çalıştım; her ne kadar bazıları tarafından anlaşılmaz ve inanılmaz bulunsa da " diyor Yılmaz Güney.
 Cinayet davasından dolayı kaçak, yasaklı  ve sürgünde Fransa da. Yürek acımaya başlıyor.
 Görüntüler baştan sona muhteşem. İmralı'dan izinli olarak evlerine gitmek üzere yola düşen  beş adamın farklı hikayeleri. Yıl 1982, darbe ve sıkıyönetim zamanı, kontroller, baskılar, keyfi uygulamalar halden anlamayan aynı toprağın elinde Devlet yetkisi olan diğer adamları. Yönetmen Şerif Gören Anadolu'nun bozkırlarını,  kardan kapanan yolları, trenleri bütünüyle doğal mekanlarda çekmiş filmin tamamını. Görüntülerdeki gerçeklik korkutmuş belli ki. Bu sefalet ile yüzleşmek zor.
Algılarımızla oynanıyor. Hiç sorun yok ve siz mutlusunuz diye bağırıyor sistem. Sizi mutlu edecek tek şey daha da çok tüketmeniz. Siz tükettikçe biz daha çok kazanacağız. O yüzden bu filmleri de bu adamları da sevmiyor. Sadece benim ülkemde değil dünyada böyle. Aslında koskocaman bir şirket bütün dünya. Ve bize neyi satarsa onu almamızı istiyor.
Arada sırada böyle bağzı adamlar çıkıyor ve tuhaf filmler çekiyor, tuhaf şeyler söylüyor, romantik insanlar düşüyor onların peşine ha gayret bu sefer kurtaracağız dünyayı kötü adamdan diyor. Toplaşıp oy da veriyorlar, ama o adamların oyunları çok ve hep kazanmak istiyorlar. Kanlı ya da kansız onlar için fark etmiyor. Ne yazık hep aynı oyun sahnede ve hala da biletlerini satın alan seyircisi var.
GÜNSELİ BİLGEN
pisinefil@gmail.com


pisinefil.blogspot.com.tr

2 Ağustos 2015 Pazar

YOL

                                                YOL

" Ben bazı yakın arkadaşlarım aracılığıyla, hüznü, sevgi ve kederi anlatmaya çalıştım; her ne kadar bazıları tarafından anlaşılmaz ve inanılmaz bulunsa da." Yılmaz Güney
Film bu yazı ile başlar acıtmaya. 1982 yapımı yönetmenliğini Şerif Gören'nin yaptığı Yol filmi Cannes de 1982 yılında Altın Palmiye Ödülünü kazanmıştır.
İmralı da yarı açık cezaevinde başlar. Öykünün beş ayrı kahramanı izinle memleketlerine gideceklerdir. İzini çıkanlar ile çıkmayıp arkasından bakanlar vardır. Yol filmi kahramanlarımızın yola çıkması ile başlar. Her birinin yolu ayrı ve uzundur.
Tarık Akan Seyit Ali rolündedir. Seyit Ali Konya'ya gider önce, ana ocağına. Orada öğrenir ki karısı kötü yola düşmüş ve ailesinin yanına gönderilmiştir. Seyit Ali'den beklenen namusunu temizlemesidir. Düşer yollara Sancak'a gitmek için. Trende  cezaevinden arkadaşı Mehmet ile karşılaşır. Ona anlatırken der ki " amcamın kızı, çocukluğumuz beraber geçti ben kaval çalardım o ağlardı. "

Mehmet Diyarbakırlı. Karısının kardeşinin ölümüne sebep oldu diye kayınpederi ve karısının kardeşleri kin beslemektedir. Ne var ki karısı inanmak istemiyordur. Mehmet korktum der arkadaşına anlatırken korkup kaçmasaydım ölmezdi. Korku insana ait bir duygu, doğal, önyargısız bakınca.
Yusuf elinde düğün fotoğrafı, karısına hasret. Bir de muhabbet kuşu var yola düşer onunla birlikte. Tek derdi bir an önce evine varmak. İzin kağıdını kaybeder. Sıkıyönetim zamanı, her yerde her an asker durdurup kimlik sorar. Yaman zamanlar, derdini kime anlatacaksın. Durum anlaşılana kadar gözaltında kalacaksın der kendi ile aynı coğrafyadan muhtemelen evde karısı bekleyen asker.
Mevlut  Gaziantepli. Bir kız var sevdalı, izinli gelince gider ister, çıkınca der cezaevinden evleneceğiz. Ama çıkmayacaksın sözümden ben ne dersem o der yavuklusuna. Kız hayran ne güzel konuşuyorsun bunları hapishanede mi öğreniyorsun der. Yalnız görüşmek ne mümkün çare kerhaneye gitmekte.
Kürt Ömer, yanık Ömer. Urfa da sınır köyünde ailesi yaşıyor. Tek geçimleri kaçakçılık. Zaman sıkıyönetim, darbe günleri. Asker göz açtırmıyor. Ya açlıktan öleceksin ya çatışmada. Her gece köyü basan Jandarma alıp gidiyor birilerini. Yoksulluk can yakıyor ama ne çare. Ağabeyi kaçakta karısı ve çocukları, ana baba hepsi tek göz kerpiç kulübede. Ölüne bile sahip çıkmanın suç olduğu günler.
Her biri ayrı bir yol ve dert hikayesi. Bu topraklarda neden neşeli türküler söylenmez derdim bir zamanlar. Neresi ile söylesin insanlar. Ne yaşarsan onu söylüyorsun işte. Hüznün, acının toprakları.
Filmin tamamı belgesel gibi. Trendeki görüntüler, şehirlerdeki mekanlar. Hepsi gerçek. Diyarbakır da Mehmet'in etrafını sarıp sigaraları alıp tüttüren çocuklar da gerçek, trende ki tuvaletlerin pisliği de. Bu yüzden yasaklanır zaten bu filmler. Bu kadar gerçeği kim ne yapsın. Birileri düzelsin der, hak der, hukuk der belki.
Kartpostal çocuğu olan Tarık Akan dan çıkan oyunculuk, Halil Ergün'nün performansı ve Meral Orhonsay'ın doğal güzelliği. Kalan oyuncular çok da tanınmış değil.   


Yaşananları yazmak, izlemek, okumak ve anlamak. Çok mu zor kimbilir.