17 Eylül 2015 Perşembe

BUGÜNÜN SİNEMA KUŞAĞINDAN/ ÇAĞIN GETİRDİKLERİNİN İZLEYİCİSİ OLMAK YILDIZ HARİTASI / DAVİD CRONENBERG

Bu yüzyılın insanının en büyük arzusu ve eş zamanlı olarak da   laneti  görünür olmak ve öyle kalmaya çalışmak. Kendi durduğumuz  boşlukta ömrümüzü  tamamlayıp gidemiyoruz. Sorgulayanlar var ya da yok ama süren düzen bu.
Sert bir giriş olabilir. David Cronenberg filmi yazalım deyince böyle oldu. 2014 Cannes film festivalinde Altın Palmiye için yarışan Maps to the Stars/ Yıldız Haritası filmi Julianne Moore'a "En İyi Kadın Oyuncu Ödülü" kazandırdı. Filmekimin de gösterilen film şimdilerde Başka Sinema 'da.
Ünlü Kanadalı yönetmen Cronenberg'i tuhaf, saplantılı ve marjinal bir dahi olarak tanımlayanlar mevcuttur.  Onun filmlerini derinlemesine incelemezseniz eğer, siz de bu yüzeysel yargıya katılabilirsiniz. Toronto Üniversitesinde biyoloji okurken keşfettiği insan vücudunu, teknolojideki hızlı gelişmenin  yaratabileceği çılgın gelecek senaryoları ile birleştirince ürkütücü, bilim kurgu, ısrarla düşünmeye zorlayan filmleri çıktı ortaya. Özellikle de  2012 yılında yaptığı Cosmopolis eleştiri oklarını kapitalist sisteme insafsızca saplar. 
Film Hollywood'un acımasız dünyasını anlatırken aslında olanların her an etrafımızda dönen entrika çemberlerinden çok da farklı olmadığını izletir.  Her yerde kıyasıya rekabet, birbirinin gözünü oyan, kendine, ruhuna yabancılaşmış robot insanlar topluluğu.
Bir kaç öykünün iç içe geçtiği  sürrealist bir masal tadında.  Bilinçaltı, bilinç hepsi birbirine karışıp  kahramanları düzene uyamayınca kaçıp saklandıkları ve bağlantı kurdukları hayaletleri ile kafaları karıştırıp, izleyici biraz hırpaladığı gerçek.
Filmde  David Cronenberg modern yaşamın bütün hastalıklı malzemelerini kullanıyor. Orta yaşa ulaşmış ve eski popülerliğini kaybetmeye başlamış Havana (Julianne Moore); bir yandan kişisel gelişim uzmanı/ yaşam koçuna gidip vücudunda birikmiş bütün kötü enerjileri atmaya çabalarken diğer yandan nerdeyse bütün antideprasan ve yatıştırıcı ilaçları leblebi gibi yutup duruyor. Ama yine de hırsı ile baş edemeyen, küçük bir çocuğun ölümü ile kendisine kalan  film teklifini görünüşte nazlansa da dans edip zıplayarak kabul ediyor.
Havana'ya ve pek çok ünlü ve zengin insana kişisel gelişim uzmanı ve  terapist olarak yardımcı olan Stafford Weis'in   (John Cusack)  kendi hayatı ise içler acısı. Kızı evi yakıp kardeşini öldürmekten bir kurumda rehabilite edilirken, oğlu küçük yaşta yıldız oyunculuğun getirdiği büyük şöhret ile uyuşturucu yardımı ile cebelleşiyor. Baba ve anne ise proje çocuklarının üstünden kazandıkları büyük paralar ve lüks yaşamı sürdürebilmek için tıpkı bir şirket yönetir gibi çocuklarının hayatlarını yönetmeye çalışıyorlar.
Ünlüleri ve yaldızlı hayatlarını iç çekerek  gözetlemeye bayılan ünsüzler kalabalığına kendini iyi hissettirecek her şey ustalıkla gösterilmiş. Rekabetin ve kötülüğün tavan yaptığı iklimlerde yaşanan ikiyüzlülüklerin örneklerini çok doğal aktarmış. Şöhretini canlandırmak adına ; karşılaştıklarında büyük bir sevecenlikle sevdiği çocuğun ölümüne coşkuyla dans eden bunalımlı yıldız, kardeşini öldürmeye teşebbüs edip ailesinin evini yakan genç asistan, şöhret olmak için her yolu deneyen limuzin şöförü genç delikanlı.
İncelikli bir Hollywood eleştirisi gibi izlense de aslında kendi hayatlarımızdaki kıran kırana rekabete de yabancı değil hiç bir şey. İnsan ilişkilerini mercek altına alan bu  kamera ,  insanların  birbirleri arasında gerçek anlamda insani ilişkilerden yoksun, iki yüzlü, tamamen çıkarcı, bencil, ‘başarı’ odaklı, hırstan gözleri dönmüş bireyler haline gelmiş bir güruh olarak resmeden bir çalışma. Bu açıdan öykünün temel iskeleti aslında yalnızca Hollywood’da değil de kapitalist bir toplumun herhangi bir başka rantı yüksek sektörünün üst düzey çalışanları/yöneticileri arasında da geçebilecek bir yapıda.
Yönetmenin Freud'a da esin kaynağı olmuş Yunan Trajedilerindeki aile içi taciz ve ensest kavramını da kullanarak, genetiği bozulan ürünler gibi, bundan doğan  yeni kuşağında bu yazgının trajedisinden kaçamayacağını anlatmış.  
Gerçek ve gerçeküstü arasında gidip gelen güzel bir filim. Ağır bir konu gibi görünse de izlemesi keyifli ve kolay. Güldüğünüz diyaloglar bile var. Oyunculuklar muhteşem. Yönetmeni belki bu filmle başlayıp tanımak istersiniz. Film size bir sürü bilmece sunuyor iyi takip etmek gerek. Hepsinin birleştiği nokta ise Zülfü Livaneli'nin bize ezberlettiği   Paul Eluard'ın Liberty şiiri. (Okulda defterime, sırama ağaçlara yazarım adını, Özgürlük).
Ülkenin bu yoğun gündeminde ortama uyan bir sürü  filim var aslında. Fakat biraz uzaklaşalım istedim bu ay. Dünyanın her yerinde özellikle Ortadoğu ve çevresinde yıllar hatta yüzyıllar boyunca bitmeyen ağır acılarımız var. Dünyanın öbür tarafının sorunlarına da biraz kafa yormak lazım.  Özgürlük ve teknoloji ilişkileri  zavallı insanı ne hale getiriyor.

Hey özgürlük, herkes için ama nerede. Ağzımızın tadı bozulmuş, keyfi kaçırılmış bir toplum olduk. Mülteciler, çocuklar, yoksullar, kürtler ve bütün ötekiler. Ne yediğimizin, ne içtiğimizin ne de gezdiğimizin tadı var. Topluca yaşam hapishanesine tıkılmış, demir kafeslerden dışarıyı gözleyen tutsaklar gibiyiz. Her ne kadar arkamızı dönüp sosyal medyada savaşçılık oynasak da işin aslı öyle değil. Henüz farkında olmadığımız şey ise; bu kafesin kapılarının kendi kendine açılmayacağı, bizim de bir el atmamız, yüzleşmemiz  gerektiği. Tek sorunumuzun gelişen teknoloji ile baş edebilmek olacağı günlere ulaşabilmemiz dileklerimle.