Bu yüzyılın insanının en büyük arzusu ve eş zamanlı olarak
da laneti görünür olmak ve öyle kalmaya çalışmak. Kendi
durduğumuz boşlukta ömrümüzü tamamlayıp gidemiyoruz. Sorgulayanlar var ya
da yok ama süren düzen bu.
Sert bir giriş olabilir. David Cronenberg filmi yazalım
deyince böyle oldu. 2014 Cannes film festivalinde Altın Palmiye için yarışan
Maps to the Stars/ Yıldız Haritası filmi Julianne Moore'a "En İyi Kadın
Oyuncu Ödülü" kazandırdı. Filmekimin de gösterilen film şimdilerde Başka
Sinema 'da.
Ünlü Kanadalı yönetmen Cronenberg'i tuhaf, saplantılı ve
marjinal bir dahi olarak tanımlayanlar mevcuttur. Onun filmlerini derinlemesine incelemezseniz
eğer, siz de bu yüzeysel yargıya katılabilirsiniz. Toronto Üniversitesinde
biyoloji okurken keşfettiği insan vücudunu, teknolojideki hızlı gelişmenin yaratabileceği çılgın gelecek senaryoları ile
birleştirince ürkütücü, bilim kurgu, ısrarla düşünmeye zorlayan filmleri çıktı
ortaya. Özellikle de 2012 yılında
yaptığı Cosmopolis eleştiri oklarını kapitalist sisteme insafsızca saplar.
Film Hollywood'un acımasız dünyasını anlatırken aslında
olanların her an etrafımızda dönen entrika çemberlerinden çok da farklı
olmadığını izletir. Her yerde kıyasıya
rekabet, birbirinin gözünü oyan, kendine, ruhuna yabancılaşmış robot insanlar
topluluğu.
Bir kaç öykünün iç içe geçtiği sürrealist bir masal tadında. Bilinçaltı, bilinç hepsi birbirine
karışıp kahramanları düzene uyamayınca
kaçıp saklandıkları ve bağlantı kurdukları hayaletleri ile kafaları karıştırıp,
izleyici biraz hırpaladığı gerçek.
Filmde David
Cronenberg modern yaşamın bütün hastalıklı malzemelerini kullanıyor. Orta yaşa
ulaşmış ve eski popülerliğini kaybetmeye başlamış Havana (Julianne Moore); bir
yandan kişisel gelişim uzmanı/ yaşam koçuna gidip vücudunda birikmiş bütün kötü
enerjileri atmaya çabalarken diğer yandan nerdeyse bütün antideprasan ve
yatıştırıcı ilaçları leblebi gibi yutup duruyor. Ama yine de hırsı ile baş
edemeyen, küçük bir çocuğun ölümü ile kendisine kalan film teklifini görünüşte nazlansa da dans edip
zıplayarak kabul ediyor.
Havana'ya ve pek çok ünlü ve zengin insana kişisel gelişim
uzmanı ve terapist olarak yardımcı olan
Stafford Weis'in (John Cusack) kendi hayatı ise içler acısı. Kızı evi yakıp
kardeşini öldürmekten bir kurumda rehabilite edilirken, oğlu küçük yaşta yıldız
oyunculuğun getirdiği büyük şöhret ile uyuşturucu yardımı ile cebelleşiyor.
Baba ve anne ise proje çocuklarının üstünden kazandıkları büyük paralar ve lüks
yaşamı sürdürebilmek için tıpkı bir şirket yönetir gibi çocuklarının
hayatlarını yönetmeye çalışıyorlar.
Ünlüleri ve yaldızlı hayatlarını iç çekerek gözetlemeye bayılan ünsüzler kalabalığına
kendini iyi hissettirecek her şey ustalıkla gösterilmiş. Rekabetin ve kötülüğün
tavan yaptığı iklimlerde yaşanan ikiyüzlülüklerin örneklerini çok doğal
aktarmış. Şöhretini canlandırmak adına ; karşılaştıklarında büyük bir
sevecenlikle sevdiği çocuğun ölümüne coşkuyla dans eden bunalımlı yıldız, kardeşini
öldürmeye teşebbüs edip ailesinin evini yakan genç asistan, şöhret olmak için
her yolu deneyen limuzin şöförü genç delikanlı.
İncelikli bir Hollywood eleştirisi gibi izlense de aslında
kendi hayatlarımızdaki kıran kırana rekabete de yabancı değil hiç bir şey. İnsan ilişkilerini mercek altına alan bu kamera ,
insanların birbirleri arasında
gerçek anlamda insani ilişkilerden yoksun, iki yüzlü, tamamen çıkarcı, bencil,
‘başarı’ odaklı, hırstan gözleri dönmüş bireyler haline gelmiş bir güruh olarak
resmeden bir çalışma. Bu açıdan öykünün temel iskeleti aslında yalnızca
Hollywood’da değil de kapitalist bir toplumun herhangi bir başka rantı yüksek
sektörünün üst düzey çalışanları/yöneticileri arasında da geçebilecek bir
yapıda.
Yönetmenin Freud'a da esin kaynağı
olmuş Yunan Trajedilerindeki aile içi taciz ve ensest kavramını da kullanarak,
genetiği bozulan ürünler gibi, bundan doğan yeni kuşağında bu yazgının trajedisinden kaçamayacağını
anlatmış.
Gerçek ve gerçeküstü arasında
gidip gelen güzel bir filim. Ağır bir konu gibi görünse de izlemesi keyifli ve
kolay. Güldüğünüz diyaloglar bile var. Oyunculuklar muhteşem. Yönetmeni belki
bu filmle başlayıp tanımak istersiniz. Film size bir sürü bilmece sunuyor iyi
takip etmek gerek. Hepsinin birleştiği nokta ise Zülfü Livaneli'nin bize
ezberlettiği Paul Eluard'ın Liberty şiiri. (Okulda
defterime, sırama ağaçlara yazarım adını, Özgürlük).
Ülkenin bu yoğun gündeminde ortama
uyan bir sürü filim var aslında. Fakat
biraz uzaklaşalım istedim bu ay. Dünyanın her yerinde özellikle Ortadoğu ve
çevresinde yıllar hatta yüzyıllar boyunca bitmeyen ağır acılarımız var.
Dünyanın öbür tarafının sorunlarına da biraz kafa yormak lazım. Özgürlük ve teknoloji ilişkileri zavallı insanı ne hale getiriyor.
Hey özgürlük, herkes için ama
nerede. Ağzımızın tadı bozulmuş, keyfi kaçırılmış bir toplum olduk.
Mülteciler, çocuklar, yoksullar, kürtler ve bütün ötekiler. Ne yediğimizin, ne
içtiğimizin ne de gezdiğimizin tadı var. Topluca yaşam hapishanesine tıkılmış,
demir kafeslerden dışarıyı gözleyen tutsaklar gibiyiz. Her ne kadar arkamızı
dönüp sosyal medyada savaşçılık oynasak da işin aslı öyle değil. Henüz farkında
olmadığımız şey ise; bu kafesin kapılarının kendi kendine açılmayacağı, bizim
de bir el atmamız, yüzleşmemiz gerektiği. Tek sorunumuzun gelişen teknoloji ile
baş edebilmek olacağı günlere ulaşabilmemiz dileklerimle.