20 Mart 2016 Pazar

GAZAP ÜZÜMLERİ / THE GRAPES OF WRATH YÖNETMEN : JOHN FORD

"Hasat Zamanı Göçmen İşçi Daha Sonra Yalnızca Bir Serserisin"



Daha iyi koşulları bilmeyince bunca sefalet de normalleşiyor. Yoksulluk da aşağı doğru genişleyen, ucu bucağı görünmeyen gayya kuyusu sanki. Acı çekmeye başlayınca insan bir süre sonra kanıksıyor. Yokluk, yoksulluk, sürgün, göç ya da savaş gibi olağandışı koşullarda bile hayatta kalmanın bir yolu bulunuyor.
Amerika da 1929 yılında başlayan Büyük Buhran  milyonlarca orta sınıf insanı silindir gibi ezdi geçti. Kriz koşulları ve tarım arazilerinin büyük şirketlerin eline geçmesi - kapitalistleşmesi- küçük toprak sahibi olan  aile işletmesi çiftçilerin sadece topraklarını ellerinden almakla kalmadı aynı zamanda evlerinden, köylerinden ayrılmalarına sebep oldu.
John Steinberck'in Gazap Üzümleri  romanı  1940 yılında John Ford tarafından sinemaya uyarlandı. Film romanın güçlü altyapısı ve yönetmenin sağlam uyarlaması ile klasikler arasında yerini aldı. En iyi yönetmen ve en iyi yardımcı kadın oyuncu ( Jane Darwell anne rolü ile ) Oscar ödüllerini aldı.
Film bir yol ve aynı zamanda umudun öyküsü.  Çok başarılı bulunmasına rağmen Amerika da bir çok eyalette gösterimi yasaklanmıştı. Daha da ilginci ise komünist  Rusya da yasaklanmasıydı. Yasak gerekçesi ise Amerika da en yoksul ailenin bile araba sahibi olabildiğinin gösterilmesiydi.  Velhasıl yönetim şekli ne olursa olsun bizim beğendiklerimizi görüp, öğrenip, izleyebilirsiniz der  her zaman iktidar olanlar.
Dünya savaşı sonrası kapitalizm gözünü küçük işletmelerin küçük kazançlarına da çevirmişti. Tarımın modernleşmesi adı altında uygulanan tekniklerle, insan gücü rekabet etmeyi başaramayınca önce bankalara borçlandırılan çiftçilerin daha sonra da toprakları ellerinden alındı.
Benim elimden bir şey gelmez diyordu topraklarını terk etmelerini söylerken  bir yandan da purosunu tüttüren melon şapkalı, havalı arabalı adam. Şirketteki müdür ve bankada çalışan adamın da. Biz sadece verilen emirleri uyguluyoruz.
"Peki ben kimi vuracağım o zaman" diye sordu çiftçi, kim bunun sorumlusu?
" Sorumlu yok, sistem bu efendim" Hala benzer cümleler  pek çok yerde karşımıza çıkmıyor mu?
 Küçük çiftçiler büyük şirketlerin eline geçen tarım arazilerinden zorbalıkla çıkarılmaya başlayınca açlık ve sefalet de  kapıyı çalmıştı. Bir biçerdöver  15 insan eder hesabı yapılınca;  mülksüzler  evlerinden çıkarılıp yollara atılırlar.
Ellerine geçen bir el ilanın da Kaliforniya'nın verimli topraklarında çalışmak üzere 800 işçi aranıyor  haberi herkes için çok caziptir.  Joad ailesi de aynı umutla yola çıkmaya karar verir
" Başka bir şansın yoksa bir şeyi yapmak için cesaret gerekmez" filmin en belirgin diyaloglarından biridir. Külüstür bir kamyonetle Oklahoma dan Kaliforniya ya gitmek için 10 kişi yola çıkarlar. Toplam da 200 dolar olan paralarının 75 doları ile yolculuk yapacakları  kamyoneti alırlar kalan miktar ile de 2.500 km lik yolu gideceklerdir. 1930 lu yıllar. Ulaşım oldukça zor ve zahmetli.
Mola verdikleri kamp alanlarında karşılaştıkları diğer gidenler ve geri dönenler  morallerini bozmaya başlar.  800 işçi arayan adam 5.000 adet ilan dağıtmıştır. Bunu 20.000 kişi görse ve 2.000 kişi gelse yine de bir iş için ortalama üç adam seçeneği olacaktır iş sahibinin. Bu da en ucuza çalışan bizimdir diyenlerin ekmeğine yağ sürecektir. Açlıkla/tokluk arasında kalmak, yaşamakla ölmek arasında seçim yapmak gibidir.
Kaliforniya'ya vardıklarında kendileri gibi göç eden yoksulların toplandıkları Kamp alanına gönderilirler. Manzara içler açısıdır. İnsanlar sefalet içinde, iş bulup karınlarını doyurma umuduyla bu kamplarda bekleşmektedirler. İşçi arayanlar ise gelip en ucuza çalışacak olanları seçmektedir. Hak aramak isteyenlere ise takılacak kulp bellidir. "Kışkırtıcı".
Kamp görevlileri kaç kişisiniz diye sorduktan sonra bir de öğüt veriyorlardı. "İşini yap, sadece kendi işini yap ve başka hiç bir şeye burnunu sokma."
Yolda ölenleri de olur. Tom ve Anne filmin en güçlü karakterlerdir. Yaşamın umut, direnç kısmını anlatırlar. Okuma yazması olmasa da tek amacı ailesini korumak olan anne; olayların arasında dünyaya bakışını değiştirmeye başlar.
 Oğlu, yakın dostu  vaizi öldüren güvenlikçiye kendini korumak için vurunca adam ölür, linç etmek için Tom'u aramaya başlarlar, Anne oğlunu hem saklar hem de şu sözlerle ona hak verir;

" Bir zamanlar topraklarımız vardı, bakınca ucunu gördüğümüz sınırlarımız, tarlalarımız vardı, yaşlılar gençlere bunları  devrederek yaşam sürerdi. Aileydik, bütündük ve temizdik. Ama artık temiz kalmamıza izin vermiyorlar, dağılıyoruz. Çocuklarımız kötü şartlarda ve vahşice büyüyorlar, inanacak hiç bir şey kalmadı."
Kendi yaşadıkları, etraftaki aç, çıplak bakımsız insanlar, bütün gün ölesiye çalıştıktan sonra kazandıkları paranın karınlarını doyurmaya dahi yetmemesi, karşılaştığı diğer insanların anlattıkları, sorular sormaya başlamasına neden olur.
Grev, grev kırıcı, bir işe birden fazla talip olursa alınan ücretin azaldığı, birbirine düşman olmadan güçleri birleştirmek gerektiği, haklar, haklılıklar hepsi bilinç üstüne çıkmaya başlar.
Bir adamın yüzlerce hektar arazisi varken yüz bin çiftçi aç, belki bu sorunun cevabını anlayabilirim, bulabilirim der ufka doğru yürürken Tom Joad.
Yazar da yönetmen de umutsuz değildir aslında. Ancak bunca zaman sonra bile hala aynı koşulların yaşanmadığını kim söyleyebilir ki.
"Bir ara yenildik sandım, hepimiz kayıp gibiydik ve kimsenin de umurunda değildik. Ama nehir akmaya devam eder her zaman. Artık bir daha hiç korkmam, zor günler bizi güçlendirir. Bizi yok edemezler, sonsuza dek var olacağız, çünkü biz insanız" diyen anne her şeye rağmen  güven ve umut verir hepimize.
Tıpkı Nazım Hikmet'in dediği gibi ;
Güzel günler göreceğiz çocuklar
Motorları maviliklere süreceğiz
Çocuklar inanın, inanın çocuklar
Güzel günler göreceğiz, güneşli günler...



12 ÖFKELİ ADAM / 12 ANGRY MAN YÖNETMEN : HENRY FONDA


12 ÖFKELİ ADAM / 12 ANGRY MAN

ÖN YARGI GERÇEĞİ GÖRÜNMEZ KILAR



Kamera Newyork Yüksek Mahkemesi'nin heybetli sütunlarını aşağıdan  yukarı doğru çekerken; "Adalet gerçeğin temelidir" demeye çalışan bir cümle ile başlar film.
Yargıç Jüriyi karar odasına yollarken "Bir adam öldü, bir diğerinin hayatı tehlikede. Bu da sizin sorumluluğunuz da." der.
Sistem kararın oybirliği ile alınmasını zorunlu kılar. Üst Mahkeme yoktur. Jürinin kararı ölüm/kalım kararıdır.
Film boyunca ölümüne ya da yaşamasına karar verilecek olan delikanlının yüzünü görürüz, masumiyetini anlatmak ister gibidir.
1957 ABD yapımı Sidney Lumet'in yönettiği başrolünde Henry Fonda'nın ve diğer aktörlerin sağlam oyunculukları ile ölümsüzleştirdiği  klasiklerdendir. Tek mekan, isimsiz on iki  adam filmi  başından sonuna kadar  heyecanla  izletir.
Adalet sistemini toplumsal önyargıların içinde  sorgular. Sağlam durup haklı mücadelesini veren tek bir adam bile sonucu  değişebilir. Yeter ki karşısında duran kitlenin kafasına doğru bildikleri hakkında  şüphenin tohumlarını ekebilsin.
Aslında çoğumuz yaşadığımız güvenlikli mekanlarımızda ön yargılarımızın arkasına saklanarak vicdanımızı rahatlatmaya çalışmıyor muyuz?
Yardım kuruluşlarına yaptığımız bir kaç kuruşluk bağışlarla vicdanımızı rahatlatıp keyfimize bakmaya devam etmiyor muyuz?
Arka cephelerde neler oluyor bu soruları sormaktan özenle kaçınmıyor muyuz?
Kenar mahalleden bir çocuk/kadın ya da adam cinayet ile yargılanıyorsa mutlaka suçlu mudur?
Suç işlemek aslında bir alışkanlık mıdır?
Yaşadığın ortam ve şartlar suça itebilir  ya da o mahallede bizim suç dediğimiz şeyler  yaşamayı sağlayan  gereklilikler midir?
Doğası gereği yaşam bazen bunu da seçeneksizce sunabilir.Fakat bütün deliller yeterli olmasa da sırf orta sınıfın tuzu kuru kitlesi senin suça yatkın olduğunu düşünüyor  diye idam hükmünü hiç sorgulamadan verebilir  mi?
Şehrin kenara atılmış  mahallesinde  yaşayan 18 yaşında bir delikanlı. 9 yaşında annesi ölmüş, baba hapse girince yetimhaneye gitmiş, sabıka dosyası hırsızlık, gasp vb. suçlarla hayli kabarık. Şu anda da babayı öldürmekten suçlu bulunmak üzere.
Jüri üyeleri isimsiz, her birine numaralarla hitap edilmektedir.  Hepsi toplumda saygı gören işleri yapmaktadır. Hatta kendini diğerlerine tanıtmak için kartvizitini vermek, yaptığı işin reklamını yapmak dahi son derece doğaldır.
Bazı işler vardır ki; insanlar bunlara üçüncü sayfa haberleri gibi, kendilerinin o kadar dışında bakarlar ki, hiç duygusal bağ kurmazlar. İşletmelerin personel işlerine bakan  servisinde işe son verileceklerin listesi, hastanedeki ölüm raporları, hapishanedeki idam mahkumları gibi tıpkı. O insanların evleri, geçindirmek zorunda oldukları aileleri, onları seven yakınları yoktur sanki. Ya da yakınlarımız değillerdir. Jüri içinde  ölüm kararını oylamak,  son derece sıradan bir iştir.Herkes ikna olarak gelmiş bu işi bir an önce bitirip işlerine /evlerine / yaşamlarına / eğlencelerine dönmek istemektedir.
Akşamki beysbol  maçına  bileti olan adam sürekli saatine bakar, biletin yanmasını ve maçı kaçırmayı istemez.  Nitekim bitse de gitsek psikolojisi ile oyunu çoğunluğa uymak üzere değiştirir ve bundan hiç rahatsızlık duymaz. Ne var ki bunda diye de savunur kendini.
Mahkemenin tayin ettiği bir Avukat savunur çocuğu. Çok para kazandığı ya da ona şöhret kazandıracak bir iş değildir ve zaten de bu çocuğun bu suçu işlemesi kuvvetle muhtemeldir. Tanıkları ve delilleri çok da araştırmadan kabul edip sıradaki diğer işlere bakmalıdır. Davada sonuç aslında bellidir.
Vicdan ise 8 numaralı adamdır. "Suçsuz olabilir, ben yeterince ikna olmadım" der. Her yerde bir tane böyle birisi çıkar ve işleri bozar diye homurdanır üç tane tamirhanesi olan işi başından aşkın adam.
"Makul şüphe" tanımı ile olayı sorgulamaya başlar ve yavaş yavaş bu şüphenin tohumlarını diğer üyelerin de beyinlerine ekmeye başlar.
Vaka-i adiye'den sayılabilecek önemsiz, önyargılarla çoktan mahkum edilmiş bir çocuğun insan olma kimliği çıkar ortaya. Vicdanların sesi olur itiraz eden Jüri üyesi. Kesin gözü ile bakılan delilleri ve şahitleri sorgulatmaya başlar.
Herkes neden suçlu bulduğunu  söylesin ve 8 numarayı ikna etsin diye  karar verilir. Bu soruya mantıklı gerekçelerle yanıt vermekte  zorlandıkça birbirlerinden ve kendilerinden şüphelenmeye başlarlar.
Önyargı bütün gücüyle savaşır vicdanla. Kenar mahalledekiler böyledir der çoğunluk.  İçki ve sefahate  düşkündürler, zevk için adam öldürürler ve asla düzelmezler. Dürüstlük nedir bilmez sürekli yalan söylerler. Ben onların ciğerini bilirim diyen zihniyet suçtan emindir.
İnsan psikolojisini de sorgular adamakıllı. Tanıklık edenlerin ifadelerindeki kesinlik masaya düştüğünde her bir tanık içinde ayrı bir çözümleme yapar. Birinci tanık yaşlı adamın da önyargı ile cinayetten emin olduğu için verdiği ifadeye inandığını söyler. Mahkemeye çıkmak, görünür olmak, söylediklerinin dinlenmesi hayata atacağı yegane goldür belki de. "Hiç kimse olmak son derece üzücü bir şeydir" repliği vurucu cümlelerdendir.
Diğer tanık karşı evdeki  pencereden cinayeti gördüğünü söylemiştir. Tartışmaların sonunda kadının genç görünmek için gözleri bozuk olmasına rağmen gözlük takmadığını anlarlar. Yatakta yatarken gözlük takmasının da imkansız olduğunu fark ettiklerinde, bu tanıklığında önyargı ile zaten işlemiştir diye yapıldığı ortaya çıkar.
Film izleyici ile çocuğun suçlu olup olmadığının tartışmasını yapmaz aslında. Önermesi çocuğun bulunduğu çevre ve koşullar gereği var olan toplumsal  önyargının  gerçekleri görmeyi engellemesidir. Suçsuz bile olsa suçlu olduğu konusunda herkes hem fikirdir.
Yoksullar, herhangi bir nedenle öbür tarafa düşmüş olanlar, suçludurlar. Dünyadaki adaletsizliklerin sorumlusu sorgulayamayacak durumda olanlardır. Ne zaman derin bir öfke ile başlarını kaldırmaya kalksalar şiddetle cezalandırılmaları  gerekenlerdir.
Öyle ya yılanların başı küçükken ezilmezse sonra nasıl baş edilir. SUÇLU  der bu nedenle bir şekilde kendini büyük resimde bir yere sığıştırıp üç beş kuruşluk düzenini bozmak istemeyenler. Zaten onlar da öyledir dediklerinde huzur uykuları sarar her yanlarını.